1.6. Yeniçeri Ocağının Kaldırılması
Yeniçeri Ocağı Sultan I. Murat ve vezir-i azamı Candarlı Hayrettin Paşa tarafından kurulmuş, fakat temelleri Sultan Orhan tarafından atılmıştı. Bu sistemde 35 devlet kendi Hıristiyan tebaasını ve harp esirlerinin çocuklarını ocağın çekirdek gücü olarak yetiştirmeye başlıyordu. Acemi oğlanları olarak yetişmeye başlayan bu askeri güç şiddetli disiplin altında eğitiliyor, açlığa ve zorluklara tahammül, emre kesin itaat gibi askerliğin temel eğitimini aldıktan sonra şehir dışındaki kışlalarında devirlerinin en ileri askeri bilgilerini öğreniyorlardı. Emekli oluncaya kadar evlenemezlerdi. Aralarından yetenekleri fark edilenler ‘Mekteb-i Enderun” denilen saray akademisinde yetiştirilir ve daha sonra devletin çeşitli kademelerinde hizmet verirlerdi. Yeniçeri Ocağı’nın yapısında bulunan bu yüksek vasıflardan dolayı devlet, Asya’da ve Avrupa’da birçok zaferler kazanmış, kısa sürede topraklarını her iki kıtada da birkaç misli genişletmiştir. Yeniçeriler Bektaşi tarikatına mensuplar ve isim babaları da Hacı Bektaş-ı Veli idi(Özden,1996:34). Bu ocağın kurulması, şüphesiz, Osmanlı Devleti’nin yayılma, gelişme döneminin ortaya çıkardığı “daimi ve muvazzaf’ bir gücün mevcudiyetinin gereksinimine dayanmaktadır (Beyhan, 1999: 261). Yeniçeri Ocağı, kurulduğu günlerden itibaren XVIII. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osmanlı Devleti’nin askeri gücü olarak, genel bir ifade ile üzerine düşeni yapmış, imparatorluk coğrafyasının genişlemesinde ve devletin yükselmesinde önemli bir rol oynamıştır. Fakat tarihi süreç içinde ocak, fonksiyonunu yitirmiş ve asli görevini yerine getiremez olmuş; sahip olduğu gücü, mensuplarını “imriyazlı bir zümre” haline getirme yolunda kullanmıştır. Bu haliyle ocak, hem hükümranlık erki için ve hem güvenliğini sağlamakla yükümlü olduğu ülke ile halkı için bir tehlike olmuştur. Yeniliklere ve gelişen dünya şartlarına ayak uydurma girişimlerine, her defasında “şeriat elden gidiyor” söylemiyle karşı çıkan yeniçeriler bu kavramın arkasına sığınarak halkı yanlarına çekebilmişler ve uzun süre “menfaat çarklarını” çevirmişlerdir. Hâlbuki arkasına sığındıkları kavramın içareği ile ters düşen eylemleri de pervasızca gerçekleştirmişlerdir. Osmanlı-Rus Savaşı’nda (1809-1812), Şumnu civarında vefat eden bir orta aşçısının terekesinden kırkbin kuruş değerinden fazla altını çıkmıştır. Bir yeniçerinin, terekesinden bu kadar nakdi çıkması, diğer taraftan ocağın savaşlarda düşmana karşı bir varlık gösterememesi, yeniçerilerin, sadece servet edinmekten başka bir işe yaramadıklarını gündeme getirmiştir. Bu paranın, 36 yeniçerilerin kahır ekseriyetinden her birinin, “sekizer-onar esamiye sahip olmalarıyla biriktirildiği, Sultan III. Selim ve Sultan IV. Mustafa vakalarında bunların sebep oldukları zarar ve ziyan tartışılmaya başlanmıştır. Bu dönemde, manav, küfeci dellak gibi ne kadar liyakatsiz ve yeniçerilikle alakası olmayan kişi varsa ocağa sızmış olduğu dile getirilmiştir. Bu suçlamalar karşısında, yeniçeriler; ‘’padişahımız yine Nizm-ı Cedid askeri tanzim edecekmiş. Bizler haber aldık, bundan fariğ olsun. Yohsa bizler gayri padişah buluruz” sözleriyle, kendilerine yönelik suçlamaları bastırmaya çalışmışlardır. Halkın içine korku salarak; “bakalım padişah yine Nizm-ı Cedid askeri yapacak olursa, silahlarımızı çıkarmayıp, İstanbul’a bir ateş edüp, ricali ve ulemayı öldürüp mallarını alıp vilayetlerimizde zevkü safi ederiz” sözleriyle halka baskı uygulamışlardır(Beyhan,1999:263). Bu yetersizlikleriyle beraber, halka zulmetmeleri halk üzerinde baskı kurmaları; cana, mala ve hatta ırza tecavüzleri toplumda büük bir infiale sebep olmuş, zaman içinde bu infial toplumsal bir nefrete dönüşmüştür. Zaten ocağın kaldırılması olayının, “Vaka-yı Hayriyye” veya “Vaka-yı Hasene” olarak adlandırılmasının altında, devletin ve milletin “bir bela”dan kurtuluşunun psikolojisi yatmaktadır. (Beyhan,1999:263). Osmanlı Devleti’nin vazifeli askerlerinin en seçkinleri olan yeniçerilerin nizam ve intizamı tamamıyla kaybolmuştu. İstanbulda devlet işlerine karışıp, sokaklarda kaldırım kabadayılığı yapmaktan ve savaşlarda düşmana ateş etmeksizin firara yeltenmekle, Orduy-u Hümayunu yağma ve perişan etmekten başka iş ve hünerleri kalmamıştı. Ocağın tanzim ve ıslahına Sultan I. Mahmud Han zamanında Rusya ve İran savaşları üzerine teşebbüs edilmiş ve Sultan III. Selim ve Alemdar Mustafa Paşa Nizam-ı Cedit ve Sekban bölükleri tertip ederek yenilikte bulunmuşlardı. Ancak “Pir duası almıştır, dem-i kıyamete kadar bakidir” inancıyla ocaklarına laf söyletmeyen yeniçeriler: Biz testiye kurşun atar, keçeye kılıç çalarız nağmelerini isyan dillerine getirerek yeni usul üzere talim yapmaya razı olmayarak, olaylar çıkarmışlar, bu yüzden memleket çapında büyük kötülüklere sebep olmuşlardır. (Şeref,2005:387). Memleketi dış düşmanlara karşı korumaktan çok uzak olan bu teşkilat iç güvenliği de bozmakta idi. Eğitim yerine kendilerine gelir sağlayan işlerle 37 uğraşıyorlardı. Maddi ve manevi her türlü varlığı sönen bu ocak, kendi çıkarlarına zarar vereceği kuşkusuyla yenilik hareketlerinin düşmanı ve atılan her adıma karşıydı. Ocağın bu durumu, memleket içerisinde birçok yeni ayaklanmaların çıkabilmesi nedenlerinin başlıcasını teşkil ediyordu (HeyetTSK,1978:69). Mora olayında devlet üç-dört sene uğraştığı halde Mısır valisinin sevk ettiği üç-dört düzenli cihat alayı askerleriyle az bir müddet içinde Moranın baştanbaşa fethedilmesi askeri düzenlemenin gerekliliğini basit bir akıl sahibinin bile anlayacağı açıklık mertebesine ulaştırdı. Devletin bir eyaletinde ortaya çıkan fıtneyi bastırmaya gücü yetmeyen böyle düzensiz bir askerle ileride büyük bir devletle savaşa girişilecek olursa durumun neye varacağını aklı başında kimseler düşünmekteydiler (Şeref, 2005:387). Yeniçerilerin bütün zorbalıklarına rağmen tümden kaldırılması tehlikeli olacağından bir daha kendilerine nasihat edilmesi, dinlemezlerse, o zaman tediblerine gidilmesine ve yeni bir odunun ihdasına karar verildi ve Eşkinci Ocağı kuruldu. Ancak aradan bir ay geçmeden, Eşkincinin teşkilini ocağın ilgasına başlangıç addeden bazı yeniçeri zabitleri, menfi propagandalarla yeniçerileri kendi taraflarına çektiler (Ünal,1997:194-195). İstenen bütün mühürlere fermanın bizzat Yeniçeri Ağası tarafından kıtaların önünde okunmasına ve askerlerin kendi kanlarıyla mühürlemek istediklerine dair verdikleri söze rağmen, yeni fermanın neşri dolayısıyla zarar gören unsurların buna karşı mukavemet edecekleri ekleniyordu(Beyhan,1992:272). Her yönüyle bozulan Yeniçeri Ocağı’nın varlığı, artık yokluğundan daha tehlikeli ve zararlı hale gelmişti. Eğitim, disiplin, itaat kalmamış, bozgunculuk ve zorbalık dayanılmaz bir hal almıştı. Bektaşilik kisvesi altında çeşitli ahlaksızlıkları da hoş gören bu bilinçsiz topluluğun ordu denecek hali kalmamıştı(Beyhan,1992:272). II. Mahmud’un yeniçerilerle tanışması hayatında acı izler bırakan olaylarla olmuştur. Bu olaylardan en önemlisi ve ilki, 1807 deki Boğaz Yamakları isyanı ile amcası III. Selim’in hal edilmesidir. Bu olaydan bir yı1 kadar sonra, tahta çıkışı esnasında amcasının yeniçerilerin dahliyle uğradığı acı akıbetini gördüğü gibi nerdeyse bunların eliyle hayatını da kaybediyordu. Saltanatının ilk aylarında, henüz 38 bu acı olayların izleri silinmemişken, yine yeniçerilerin eliyle, bir bakıma saltanatını ve hayatını borçlu olduğu sadık veziri Alemdar’ın ölümünü; Nizam-ı Cedid taraftarı iki devlet adamının kaybını yaşayarak, yeniçeriler hakkındaki düşünceleri netleşmiş oluyordu(Beyhan,1992:272). II Mahmud’un, hayatında acı izler bırakan, şüphesiz sadece kendi hayatıyla sınırlı olmayan yeniçerilerin bu menfi geçmişi, denilebilirki yeni hükümdar için tarihi bir birikim idi. Bu tarihi birikimin ışığında, Yeniçeri Ocağı’nın ıslah edilemiyeceğini görmekteydi. Ancak o, saltanatının ilk yıllarında ocak hakkında vermiş olduğu kat’i kararının alt yapısını hazırlamaya başladı(Beyhan,1992:272).