İslâm dünyasıyla olan bağlarını koparıyor; tarih dışı, coğrafya dışı, kültür dışı bir toplum haline geliyorduk. O’na göre neredeyse, toplumumuzun tabi tutulduğu kültür değişimi, çok karanlık, çok aykırı, çok absürt görünüyordu. Batı kültürüne girdiğimizi söylüyorduk.
Ama benlik yitirilmeden bu mümkün müydü? İşte hayat savaşının son döneminde Akif’i sarsan sonbahar düşünceleri bunlardı. Bu neden böyle olmuştu? Artık mücadeleyi bırakmış, bunu düşünüyordu. İmparatorluğun en krizli günleriyle dolu zamanlarında pek bir köşeye çekilip düşünmeye imkân bulamamış, hep cephe hayatı yaşamıştı düşüncede de...
Düşünce akışı, birbirini takip eden zincirleme bir kararlar serisi halindeydi. Ama şimdi sadece düşünüyordu. Meselenin kökü derinlerde olacaktı. Felsefî perspektiflerde, Kafasını o devirlere daldırıyor, uçsuz bir karanlıkla karşılaşıyordu.
Bir cevap, bir ışık göremeyince huzuru kaçıyor, umutsuzluğun karanlığı içinde bunalıyordu. Söylenecek bir şey yoktu, yazmanın önemi kalmamıştı. Batıcılar, tam bir hareket ve zafer sarhoşluğu içinde, boyuna yeni teklifler, yeni biçim verişlerle çıkıyorlardı ortaya...
Bir sığınak arıyordu Akif’in ruhu. İşte bu dönemindeki bu hareket tarzının ve bir ruh tezahürünün izahı ancak bu olabilirdi; Mısır'a gitti ve yıllarca dönmedi.
Atatürk’ün reform anlayışı ile Akif’in reform anlayışı arasında fark vardı. Millî Kurtuluş hareketine önderlik eden devlet adamı ile İstiklâl Marşını yazan şair, antiemperyalist savaşta el ele yürüdükleri halde, Atatürk reformları gerçekleştirme alanına girmeye başlayınca, ister istemez çatışmak zorunda kaldılar.
Akif, esas itibariyle Panislamizmin savunucusu idi. Onun nazarında, Kur’an, İslam’ın anayasasıdır ve bu temel Yasa asla değiştirilmemelidir.
İslâm Birliği İdealine bağlanan Akif’e göre; 1924 Ana-yasasının 2. maddesindeki «DEVLETİN DİNİ, DİNİ İSLÂMDIR» hükmü kaldırılmamalıdır; Büyük Millet Meclisinin şer’î hükümleri uygulayacağını belirten hükümleri silin- memeli; Devlet lâiktir hükmü konmamalıydı.»
* * *
C. Sena da aynı kanaati paylaşır:
«Tam imanlı ve kuvvetli bir Müslüman olan Akif Lâik zihniyeti benimseyememiştir. O, inandığı gibi yaşamış ve inandığından başka bir şeyi de telkin etmemiştir.»
Bir başkası da: «Hilâfetin kaldırılması, lâik devlet anlayışı, millî tarih mefhumunun Türkçülük açısından değerlendirilmesi ve Türk inkılâpları İslamcılık görüşünü ortadan kaldırdığı için Akif’in ideallerinde acı neticeler doğurduğunu» ve dolayısıyla Mısır’a gittiğini yazar.
Bu mevzuyu A. Kabaklı Bey de şöyle anlatıyor:
—Kırk yıldan beri (hatta üç asırdır) beklenen günlerin artık geldiğini zanneden ve Türk’ün şahlanmış öncülüğü ile aynı zamanda bütün İslâm dünyasının esaretten sömürülmeden, cahillik ve fakirlikten kurtulduğunu zanneden Akif, o devre hükmeden idarecilerin kendisinden farklı bir anlayışa sahip bulunduklarını zaferden sonra usul usul sezmeye başladı. Ömründe hiç düşünmediği kadar korkunç yeis ve üzüntülere işte bu yüzden düçar oldu.»
Ayrıca, Mısır’da ekmek parası için oturduğunu, Türkiye’de kalmış olsaydı, «ya karakterinden ve fikirlerinden vazgeçerek küçülmek, yahut da işsiz kalmak şıklarından birini tercihe mecburdu» der... Devam edecek…