Mustafa Kemal Paşanın, mecliste, istiklal Marşı ile ilgili toplantı zabıtlarındaki konuşması şöyledir:
Bu marş bizim inkılabımızın ruhunu anlatır. Bunu ne unutmak ne de unutturmak lazımdır. İstiklal Marşında, İstiklal davamızı anlatması bakımından büyük bir manası olan mısralar vardır. Benim en beğendiğim yeri de burasıdır.
“Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet, Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal”
Benim bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır. Hürriyet ve İstiklal aşkı bu milletin ruhudur. Tarihe bakın: Bütün milletlerin bir esaret ve hürriyetsizlik devri geçirdikleri bir hakikattir.
Dünya tarihinde fasılasız hürriyet ve istiklalini muhafaza ve müdafa etmiş bir millet vardır: Türkler İstiklal Marşı’nın bilhassa bu kısmı asırlar boyunca söylenmeli ve bütün yar ve ağyar bilmelidir ki; Efendiler Türk’ün hürriyetine dokunulmaz.
Ulusal Marşımızın yaratıcısı daha doğrusu milletinin ve ordusunun yarattığı kurtuluş, Kurtuluş savaşı gibi ulusal savaşı yazarak ebedîleştiren şair Mehmet Akif’le Atatürk gibi bu şiirin aynen kalmasını varlığını koruması, unutulmamasını istemektedir.
Bunu şu olaydaki tutumuyla açıkça ortaya koymuştur. Ölümünden kısa bir müddet önce hastalığı dolayısıyla kendini ziyaret eden dostları, şöyle demişlerdir: İstiklal Marşı acaba yeniden yazılsa nasıl olur daha iyi daha iyi olmaz mı? Bitap uzanmış yatan Akil bu sorular karşısında yerinden doğrulur ve “Allah bir daha bu millete Bir İstiklal Marşı yazdırmasın.” Açıklaması:
İstiklal Marşının açıklamasını kıta kıta vererek açıklamaya çalıştığımızda şu izahlarla karşılaşırız:
Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak
O benimdir o benim milletimindir ancak
Şair bu marşı yazdığında, İstiklal savaşı(Kurtuluş Savaşı) henüz bitmediği, buhranlı günlerin devam ettiği bir dönem mevcuttur.
Akif 1. Cihan savaşı başlamadan önce bu savaşın çıkacağını daha doğrusu bu milleti büyük felaketlerin beklediğini görmüştür. Ama bütün bu felaketlerin atlatılarak başarıyla çıkılacağını da sezmiştir. Akif Kurtuluş Savaş gibi kötü bir ortamda milletine moral aşılamak için İstiklal Marşına “Korkma” kelimesiyle başlamıştır. Akif bu milleti yıkacak tek şeyin ümitsizlik ve yılgınlığın olacağına inanmaktadır. Eğer millet bu hastalığa düşmezse, bağrındaki imanı kimsenin mağlup edemeyeceğini düşünmektedir.
Bu inanç nedeniyledir ki, Balkan Savaşı sonunda yani 1913’te milletine şöyle sesleniyordu: “İş bitti… Sebatın sonu yoktur” deme, yılma Ey millet-i merhume, sakın ye’se kapılma” bu tarihlerde, Avrupalılar Osmanlı Devletine “Hasta Adam” demektedirler. Buna rağmen Akif imanından hiçbir fire vermeden ve milletinden emin ona sesleniyor: “Hüsrana rıza verme…Çalış…Azmi bırakma!
Kendin yanacaksan bile, evladını yakma” diyerek milletini gayrete sevk etmeye coşturmaya uğraşıyordu. Bu kıtanın kabaca manası şudur. Ey milletim korkma, endişe etme Yurdumuzun üzerinde bacası tüten en son ocak yıkılıp, sönmeden, şafak kızgınlığı içinde bir alev gibi dalgalanan, yüzen o bayrak indirilemez. O bayrak milletinin daima parlayan yıldızıdır. Kuvvet ve kudret sembolüdür. O bayrak sadece benim milletimindir, başkasının olamaz. Şafak kelimesi, bu kıtada “güneş batmakta iken ve battıktan sonra akşam ufkunda ortaya çıkan kızıllıktır.”
Bu kıtadaki şafak sancak ilişkisi şöyle izah edilebilir kaaatındayız: ( Şafak) akşam kızıllığı, tabii bir olay olup, tabii seyrinde cereyan edecek ve sönecek, yerini karanlığa terk edecek olmasına karşılık; benzeri olan Alsancak asla sönmeyecek ve göklerden inmeyecektir. Dolayısıyla Türk ırkı hakimiyetini bağımsızlığını kaybetmeyecektir.
Akif bu kıtayı yazarken sembollerden ve sembolleştirmeden büyük çapta istifade etmiştir. Sembollerin çağrışımlarından faydalanmıştır. ( Alsancak) Türk bayrağının ilk bakışta ilgi çeken özelliği renginin kırmızı olmasıdır. Bu renk Akif’te alev intibaı, ışık intibaı uyandırmıştır. Buna uyan en uygun olay şafak vakti halidir.
Şafak sönebilir. Çünkü onun kaynağı tabiattır. Tabiat bu olayla belirli bir süre tayin etmiştir. O süre içerisinde cereyan edecek ve yerini karanlıklara bırakacaktır. Kaynağı bunu böyle gerektirmektedir. (Alsancak) Türk bayrağı sönmez, bunun kaynağı, bu alevin, bu kızıllığın kaynağı Türk yurdu üzerindeki evlerin, Türk yurduna yaşayan ailelerin yanan ocağıdır.
Akif ( Al sancağın) Türk bayrağının alevi ile, yurtta tüten ocakların alevi arasında bağ kurmakta aslında aile ile vatanın, aile ile milletin birbirinden ayrılmaz birbirine bağlı kavramlar olduğunu vurgulamak istemiştir. Dumanı tüten ocak, içinde yaşamın sürdüğü bir yerdir. Yanan ocağın bulunduğu yerde yaşam ve hayat vardır. Akife göre şartlar ne olursa olsun… Türk yurdundaki ocaklar sönmeden hatta en son kalan ocak sönmeden Türk bayrağı dalgalanmaktan alıkonulamazdı. Çünkü Türk milletinin en son bireyi dahi yaşadıkça, bayrağı indirilemez bayrağı esir edilemez. Bayrak göklerdeki salınımına dalgalanmasına devam eder.
Türk bayrağının ikinci dikkat çeken özelliği taşıdığı yıldızıdır. Halk arasında yıldız kader, talih manasında kullanılmaktadır. Yine halk arasında her insanın bir yıldızı vardır. Bu yıldız insanla doğar ve gökteki yerini korur, kişi öldüğünde düşer, kayar kaybolur. Bu nedenledir ki bu gün dahi, halk arasında bir yıldız kaydığında yine biri öldü denir. Akif, yaptığı sembolleştirme uyarınca, yine bu kıtada bayrağımızın yıldızıyla gökteki yıldız birleştirilir. Nasıl gökteki yıldıza kimsenin eli dokunamayacaksa, bayrağımızda ki yıldıza da kimse el süremez. Türk milleti buna izin vermez. Türk milletinin yıldızı hiçbir zaman yok olmamıştır. Gerçi Kurtuluş Harbi işgalleri nedeniyle, kara bulutlarla kaplanmıştır. Fakat Türk Milleti ölmeyecektir ve bu milletin yıldızı bu bulutların dağıtılmasıyla tekrar parlamaya devam edecektir.
Bayrağımız milletinden başkasına boyun eğmez, çünkü onun yıldızı sadece Türk Milletine aittir. Akif, bu kıtayla Türk Milletinin ölmezliğini, sürekliliğini sembollerle uygulamak istemiştir. Vurgulamıştır.
“Çatma kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal, Sana olmaz, dökülen kanlarımız sonra helal.
Hakkıdır, Hakka tapan milletimin İstiklal.” Bu kıtada Akif’in hitabını yine bayrağımızadır. Akif bayrağımızın dikkat çeken bir özelliği olan, hilalden bahsetmektedir. Hilal eski Türk edebiyatında sevgiliyi sembolize eden bir semboldür. Hilal, aynı zamanda İslamiyet’i sembolize eden bir semboldür.
Akif şunu dile getirmektedir, Türk bayrağında ki sevgili yani Hilal(Ay) tehlikededir. Kendini sevenlerden, tehlikeden uzaklaştırılmasını sağlayacak fedakârlık beklemektedir. Oysa Akif’e göre milleti onun için canını vermiş, kanını vermiş hala da bu fedakârlıkları yapmaya devam etmektedir. Fedakârlıkları hala yapmaktadır. O halde, bu akan kanların helal olması için Hilal’in gülümsemesi gerekmektedir.
--------------------------1
Akif hayatı boyunca bir takım Türk hezimetleri yani milletin üzerine karabulutların çöktüğünü görmüştür. Başka zamanlarda Hilalin temsil ettiği varlıklar karabulutlar arasında kalmıştır. Bazen bu nedenle Hilal kendinin bu duruma düşmesine sebep olanlara, seyirci kalanlara kızıyor, güceniyor, kaşlarını çatıyordu.
Halbuki bu haksızlık oluyordu. Çünkü Mehmet Akif biliyor ki Mehmetçikler onu bu durumdan kurtarmak için ölüyor toprağa düşüyorlar. Akif bu durumu daha önce dile getirmiştir. Çanakkale şehitlerine isimli şiirinde şöyle demiştir. Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor bir Hilal uğruna Ya Rab ne güneşler batıyor. Bu Mısra’yla bu mısralarla belirttiği gibi uğruna ölenler şehit düşenler, bu kadar çok olduğu halde, hilal kırgınlığına, kaş çatmasını devam ederse bu şehitlerin kanları helal olmazdı.
Yine Akif bu dörtlükte “Hakkı Tanıma” fikrine dikkat çekmektedir. Bilinir ki bu kelimeyle hem Tanrı’yı tanıma hem de Hukuku- Adaleti tanıma kastedilmektedir. Çünkü Hak kelimesi Hem Tanrı, hem Hukuk – Adalet anlamına gelebilmektedir. Türkçemiz çok manayı tek kelimeyle dile getirme yönünden oldukça dikkate değerdir. Bu nedenle “Hak” tabiriyle “ Hakikat” anlamında dile getirilmektedir.
İslam Dünyasında, Türk Dünyasında farklı üç ayrı kavramın tek kelime ile dile getirilebilmesi anlatılması Türklükle İslamlık arasında bir bağlılık, bir uygunluk olduğunu gözlemlenebilmekte göstermektedir. Bu ulvi değerlere sahip olan toplulukların hiçbir zaman köle olması düşünülmezdi. Bu yüzden İstiklal yani bağımsızlık ve hür yaşamak zalimlerin haksızların değil bu duygu sahiplerinin yani Müslümanların, Müslüman Türklerinin hakkıdır.
Toparlayarak söylersek bu dörtlükte Akif: Ey nazlı hilal, uğruna canımı vereyim, ne olur kaşlarını çatma yüzünü asma! Bu heybetin bu şiddetin neden ? Kahraman ırkıma bir kere gülümse, uğruna döktüğümüz kanlar sonra helal olmaz. Yalnızca Allaha kulluk eden milletim bağımsızlığı hak etmiştir. Hür yaşamak onun hakkıdır. Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım. Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım. Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım. Bu kıta marşın en coşkulu ve heyecanlı parçalarından biridir. Akif, bu kıtada hürriyet kavramını işlemiştir.
Şair burada yaptığı sembolleştirmede kendisiyle Türk milleti özdeşleştirilmiştir. Bu nedenle “ben” kelimesi bu dörtlükte ve Türk Milleti anlamındadır. Bu kıtada Türk Milleti konuşulmaktadır. Onun ağızından Türk tarihi dile getirilmektedir. Dörtlükte belirtildiği gibi Türk Milleti karakteri gereği, yeryüzünde yer aldığından beri, hür ve müstakil, bağımsız yazılmıştır. Onu bu özelliğinden mahrum etmek isteyenler, daima başarısızlığa uğramıştır. Zaten bu karakterini ve bu özelliğini ortadan kaldırmak kişi veya toplulukların çılgın olmasına inanmak, hangi akla uygun davrandıklarını, hangi akla uygun davrandıklarını, hangi akla hizmet ettiklerine şaşmak gerekmektedir. Nitekim tarihe bakıldığında Türklere yenilip perişan olanların hep onu bu karakter ve özelliğinden ayırmak isteyenler olduğu görülmektedir.
Türk Milleti hürriyeti uğruna her şeyi yapar, her fedakârlığı katlanır. Ne kadar güçsüzleştirilse güçsüzleştirilsin bu durumdan kurtulmuştur. Zaten bağımsız yaşama imkanınıyitirdiği sahayı Türk Milleti en kısa zamanda terk eder. Bağımsız yaşayacağı bir sahaya göç edip tekrar bağımsızlık kazanır. Türk tarihi, bu tür tablolarla doludur. Nitekim bu konuda ilk tablo efsanevi Ergenekon Destanında çizilir. Bu destana göre: Oğuzhan’dan sonra oğlu (ilhan) İl Han zamanında, rakipleri tatarlar, oğuzlar üzerine saldırmış ve tüm oğuzlar imha edilmiştir. Sadece İl Han’ın oğlu Kıyan ile kardeşinin oğlu nüküz kalmıştır. Bunlar eşleriyle yeni bir yurt aramışlar Ergenekon’a yerleşmişlerdir.
Daha sonra, buradan çıkıp eski yurtlarına hakim olmuşlardır. yine Çin’in hakimiyetine giren Hunların bir kısmı Avrupa’ya geçmiş Avrupa Hunları adıyla bağımsız olmuşlar, özgür yaşamayı bağımlı yaşamaya tercih etmişlerdir. Yine Avarların, Göktürk hâkimiyetinden kaçıp Macaristan’da Avar Devletini kurmaları özgür yaşama tercihi ile olmuştur. Yine Osmanlıların Anadolu’ya gelip, Osmanlı Devletini kurmaları da, Kayıların Moğol hakimiyetinden kaçıp ön Asya’ya gelmeleri gibi, özgür yaşama tercihinden ortaya çıkmıştır. Bu bilgiler Akif’in vurgulamak istediği Türk Milletinin bağımsız yaşamayı tercih etmediği şeklinde ki iddiasının ne kadar haklı olduğunu açıkça gözler önüne serer. Akif Türk milletinin tarihi süresince başka milletin egemenliğine girmediğini, bundan sonrada girmesinin mümkün olamayacağını çok iyi bilmektedir. Çünkü bu millete ruh veren bu karaktere imanı tamdı.
Akif’in ifadesine göre bu milletin fertleri Hak ve Adalete hayrandı, Sadıktı. Bu hakikati daha önceki dönemlerde yani 1.Cihan Harbi önceki dönemlerde yazdığı mısralarda şöyle dile getiriyordu. Akif yine kendisiyle milleti sembolleştiriyor ve milleti adına şöyle haykırıyordu. Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam hele halk namına haksızlığa asla tapamam hele halk namına haksızlığa asla tapamam. Doğduğumdan beridir aşkım istiklale bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale, Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum. Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum.
Akif’in gerçek istiklal marşında gerek buralarda ki iddiasını Kurtuluş Harbi kazanılarak ispatlanacaktır. Bu dörtlüğü anlam bakımından toparlarsak şunları söyleye biliriz. Ben tarihin ilk devirlerinden beri bağımsız olarak yaşamış bir milletim. Bundan sonrada bağımsızlığını korumaya, özgür yaşamaya devam edeceğim. Beni etmeye kalkacak, beni esir olmaya yönlendirecek olanlar çılgın olmalıdırlar. Bu gibi kişilerin düşüncelerine, akıllarına hayret ederim. Şaşkınlıkla bakarım.
Kükremiş coşmuş azmış bir sel gibiyim. Önümde bu konuda duracakları bu konuda konulacak engelleri yıkar, siler, süpürür geçerim. Bu haldeyken dünya bana dar gelir dağları yırtar ufalarım. Uçsuz bucaksız denizlere okyanuslara bile sığamam taşarım. Garbın afakını sarmışsa çelik zırhı duvar. Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, ”Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar? Bilinir ki batı toplumları, batı medeniyeti, maddeye çok üstün düzeyde değer vermektedir. Doğu toplumları ve bir doğu toplumu olan Türkler’ de maneviyat, maddiyattan önde tutulur. Zaten batı bu maddiyatçılığı nedeniyle sömürgeci olmuştur. Batılı bu maddiyatçı medeniyetle her şeyin üstesinden geleceğini her şeyi eline geçireceğini zannetmektedir. Batılı maddiyatını maddiyatçı medeniyetini saldırıda kullandığı gibi savunma amacıyla kullanmaktadır. Yani batılılar sınırlarını modern silah ve araçlarla korumaktadır. Teknik ve Sanayinin getirdiği her türlü silah ve maddi varlıklar batılar tarafından savunmada kullanılmakta, savunmaları buna dayanmaktadır. Akıl bunları çok iyi bilen kişidir. Yine kendisiyle milletini özleştirerek milleti yerine “ben” kelimesini kullanmış ve sembolleştirmeye devam etmiştir. Akif batı maddiyatçılığı ile saldırı ve savunma yapmaktadır. Düşüncesini taşımaktadır.
--------------------2
Yine Akif maneviyatının maddiyattan üstün olması Kanaat’ındadır. Akife göre milletin savunma aracı, fertlerinin iman dolu göğüsleridir. Bu iman dolu göğüslerden oluşan serhad denilen sınır boyları batılıların sınırları maddi olduğundan aşılabilir geçilebilir. Halbu ki iman dolu göğüslerden oluşan sınır aşılamaz. Çünkü bu sınır belli değildir, göğüsler nerede ise sınırlar oradadır. Belli olmayan manevi olan bir şey yok edilemeyeceğinden, böyle bir sınır hiçbir zaman aşılamayacaktır. Bu dörtlükte Akif, batı medeniyetini aşağılamakta, diğer dişleri sökülmüş bir tek dişi canavara benzetmektedir. Bu benzetmeyle Akif batı medeniyetini aşağılamaktadır. Buna bakıp Akif, tekniğe ilme karşıdır denemez. Akif bu kavramlarla ve özelliklere asla karşı değildir. Nitekim bunu şu mısralarında görmek pekâlâ mümkündür. Alınız ilmini garbın, alınız sanatı veriniz hem de sayenize son süratini Akif batı medeniyetinin ilmini ve tekniğini alet ederek yapmak istediği sömürüyü, sömürgeciliği, çıkarları uğruna mazlum milletlere yaptığı zulmü aşağılamaktadır. Akif’e göre batı medeniyeti artık insanlığın mutluluğunu, menfaatini amaçlamayı bırakmıştır. Sadece insanlığa hakim olmayı onları sömürmeyi amaçlamaktadır. Bunun için medeniyeti tekniği ve sanayiyi bunu sağlayacak olan silah yapımına yönelmiştir. Batı medeniyeti demek silah yapımı demek haline gelmiştir. Bu nedenle tek dişi kalmış canavara benzemektedir. Akif “diş” ile batı medeniyetinin silahlanmasını silaha yönelmesini kastetmiştir. Bu arada şunu da söylemek yerinde olacaktır. Akif, medeniyet kelimesini tırnak içinde göstermiştir. Bunu yaptığı zaman medeniyeti sahte, yalancı medeniyet manasında kullandığından yapmıştır. Avrupalılar, batı medeniyeti sahipleri doğulu milletleri ve doğulu aydınları kandırmak; onları esir etmek için medeniyet kavramını kullanmaktadırlar. Aslında medeniyet tabiriyle sunulan sömürüdür, esarettir. O halde bu medeniyet sahtedir, yalancıdır.
Asıl amaç silah üstünlüğüyle sömürüyü sağlamak ve sürdürmek olduğundan, tek dişi kalmış canavar durumunda bir medeniyet söz konusudur. Bu dörtlükte yer alan “ ulusun” kelimesi dikkatle gözden geçirilmelidir. Bu kelimeyi büyüksün, yücesin kelimesi ile eşit olarak değerlendirme hatasına düşülmemelidir. Bu ulumak olarak değerlendirilmelidir. Türk toplumunda ulumak deyimiyle ürümek kastedilmektedir. Kurt, köpek gibi canavar deyimiyle belirtilen hayvanların üremesi kastedilmektedir. Batı medeniyeti, Akif tarafından canavar olarak belirttiğinden, batının istekleri ve talepleri de yaptıkları canavar tarafından çıkarılan uluma sesiyle sembolleştirilmiştir. Akif burada milletine canavar ne kadar ulursa ulusun sen kokmamalısın demektedir. Batı medeniyetinde korkulacak taraf kalmamıştır demek istemiştir. Akif’in halk arasında söylenen “it ürür kervan yürür” atasözünü esas alıp, milletine batı ne isterse istesin, ne yaparsa yapsın, sen bildiğinden şaşma demek istemesi de mümkündür. Akıl Avrupa’nın, batı medeniyetinin maskesini sadece İstiklal Marşıyla dile getirmemiştir. Çanakkale şehitlerine şiirinde de maskeyi şöyle dile getirmiş ve yırtmıştır; Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk sade bir hadise var ortada vahşetler denk ah o yirminci asır yok mu, mahlûk-ı asil nekadar gövdesi varsa mevcut ise hakkıyla sefil Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına döktü karnında ki esrarı hayâsızcasına maske yırtılmasa hala bize afeti o yüz “Medeniyet denilen kahpe, hakikat yüzsüz” canavar telakki etiği batı medeniyetinin yaptığı vahşeti Akif bizzat görmüştür. “Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere sürü halinde gezerken sayısız tayyare top tüfekten daha sık, gülle yapan mermiler. Kahraman orduyu seyret ki, bu tehdide güler ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından alınır kala iman” bu Akif tarafından yapılmış tespiti gösteren mısralar, ona kurtuluş harbinde de sonucun aynı olacağını söyleme imkanı verdiği kaaatındayız.
Kısaca bu dörtlüğü şöyle izah edebiliriz. Batının ufukları, batının sınırları, çelik zıhlı duvarlarla çevriliyse benimde sınır boylarım iman dolu göğüslerle çevrilidir. Bırak uluyup dursun, endişe etme! “Medeniyet” denen tek dişi kalmış, güçsüz canavar, büyük, güçlü imanı boğamaz.
“Arkadaş, yurduma alçaklara uğratma sakın
Siper et, gövdeni dursun bu hayasızca akın
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın.
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.
Bu dörtlükte Akif’in Kurtuluş Savaşı’nı yaşayan, savaşan milletinin bireylerine sesleniyor. Akif Türk vatandaşlarına sesleniyor. Ancak bu sesleniş İslam adına İslam’ın bayraktarlığını yapmış, Türk Milleti’nin fertlerine sesleniştir.
Hatırlamak durumundayız ki, İslam kendini kabul eden kişilere savaş ile ilgili bir takım bildiriler yapmış, ayetlerle beyanlarda bulunmuştur.
Bu beyanlara baktığımızda şunları görürüz:
“ Mücahitler ( savaşın kimseler) için Allah katında dereceler, mağfiret ve rahmet vardır.”
Nisa Suresindeki 96. Ayette belirtilen bu beyan, yine aynı surenin 74. Ayetinde de şöyle zikredilmektedir:
“ Kim Allah yolundaki savaşa katılır, savaş yolunda öldürülürse yahut düşmanına üstün gelirse ona pek büyük bir mükâfat vereceğiz.”
Bunlar ve benzeri ibareler, kaideler nedeniyle milletimiz savaşı bir Tanrı emri kabul etmiştir. Bu kabul Türk Milletin de “ ölürsek şehit, kalırsak gazi” şeklinde bir savaş parolasına dönmüştür.
Unutulmaması gereken bir özellik, bir durum, Kurtuluş Savaşı’nın rolü çok fazladır. Bu unsuru kullanıp halkı bu mücadeleye yönlendirenlerin arasında Akif’te vardır.
Hakikaten savaşın başlangıç evresinde, milletimizin hali oldukça bozuktur. Düşman Ankara yakınına kadar sokulmuştur. Ordumuz dağılmıştır. Elde kalan ordumuz araç, gereç, silah- cephane yönünden hasımlarından oldukça geridedir.
İnsanın aklına gayriihtiyarî düşman akınları nasıl durdurulacak?
Vatan nasıl kurtarılacak? Soruları gelmektedir.
--------------------3
İşte Akif’in bu sorulara cevabı şudur:
“ Her türlü imkânı var olan kullanabileceğin her şeyi kullan. Gövdeni yurdun için siper et, düşman akınlarına engel ol. Yeter ki bu akını durdur.” Şeklindedir.
Kısaca Akif milletine azim aşılamakta, bunun için Tanrı tarafından İslamlara yapılan beyanları, İslam’ın bir bireyi olan milletin fertlerine hatırlatmaktadır.
Nitekim Akif tarafından yapılan bu azim aşılama amacına varacak, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Türk Ordusu ve Türk Milleti başarıya ulaşacak, zaferi kazanıp, bağımsızlığı elde edecektir.
İstiklal Marşında yaptığı bu beyandan, yani zaferin kazanılmasından Akif hiçbir zaman şüphe duymamıştır.
Nitekim başka şiirlerinde de bunu dile getirmiştir. Şu mısralar bunun en basit örneğidir:
“ Mademki Hakk’ın bize vaat ettiği haktır.
Şarkın ezeli fecri yakındır doğacaktır.”
Nitekim Akif’in beklediği olmuştur. Şarkın fecri olan Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur.
Kabaca bu dörtlüğün anlamını vurgularsak şunu söyleyebiliriz:
“ Arkadaş yurduma alçakları( düşmanları düşmanla işbirliği yapanları) uğratma sakın.
Bu amaçla yapılan saldırıları gerekirse gövdeni siper ederek durdur. Canını ver kendini feda et ama alçakların yaptığı saldırıyı durdur. Alçakların amaçlarına engel ol.
Zira Allah’ın sana vaat ettiği o mutlu günler “ yarından daha yakın” denebilecek bir sürede gelecektir.
Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır atanı,
Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı.”
Akif bu kıtada Türk gençlerine nasihat etmektedir. Akif, vatan topraklarını hazır bulan veya bulacak olan gençliğe seslenmektedir. Çünkü onlar vatanı ve Cumhuriyeti hazır bulacaklar ve bunların nimetlerinden istifade edeceklerdir. Gençler bu nimetlerden istifade edecekleri vatanın ve Cumhuriyetin hangi güçlüklerle, hangi fedakârlıklarla kazanıldığını bilmeyeceklerdir. Tabiri caizse külletini çekmedikleri hazır bir Cumhuriyet bulmuş olan gençler, nimetlerinden istifade edecekleri vatanın kıymetini bilemeyeceklerdir. Akif bu korkusu nedeniyle gençlere seslenmekte nasihat etmektedir. Bu korku sadece Akif’te görülmez. Bu nasihat ve hatırlama sadece Akif’te görülmez. Ulu önder Atatürk’te gençliğe vazifesini hatırlama, dikta etme ihtiyacını” duymuştur. Nitekim “Gençliğe Hitabe” bu ihtiyaçtan doğmuş bu nedenle söylenmiştir. Akif’in bu marş içerisinde bu kıtayla bunu yani nasihati gerçekleştirmeyi başardığını görüyoruz. Akif’e göre vatan, dış görünüşü itibarıyla bir toprak parçası gibi görülmektedir. Zaten vatana kutsallığı onun maddi yönü değil toprak olması değil, vatanın milleti ve tarihi ile olan münasebetleri münasebetidir. Akif bizzat yaşadığı için bilir ki, vatan uğruna pek çok kimsenin öldüğü, pek çok kimsenin kefensiz olarak pek çok şehit gömüldü. Her karışının pek çok şehidin kanıyla sulandığı bir topraktır. Bu nedenle bu topraklar kutsaldır, vatan olan bu topraklar kutsaldır. İşte bu kıta ile bu durumu gelecek nesillerin de daima hatırlanmasını sağlamayı, onlara nasihat vermeyi amaçlıyor. Zaten Akif bu hatırlatmayı sadece bu marşta yapmamıştır. “Safahat” isimli eserlerinde de bu konuyu şu şekilde dile getirmiştir.
“Şüheda gövdesi baksana dağlar, taşlar” yine aynı eserde “Enbiya yurdu bu toprak, şüheda burcu bu yer.”
Bir yıkık türbesinin üstünde Mevla titrer. Dışı baştanbaşa bir nesli kerimin yâdı içi boydan boya milyonla şehit ecdadı” şeklinde mısralarıyla hep geleceğimiz olan gençlere, gelecek nesillere hatırlatmıştır. Akif’in bu kıtanın ilk mısralarıyla belirttiği şekilde bir toprak olan vatanın artık maddi değerlere kıyaslanması düşünülemez. Akif’e göre değeri maddi olarak ölçülemez bir hal almış olan vatanımızın, hiçbir değerle de değiştirilmesi imkânsızdır.
Bu vatanın bir karış toprağı bile, dünyanın tüm diğer kurumlarından değerlidir. Bu nedenle vatanına sahip çık, sana “Dünyaları karşılık olarak verseler bile bu toprakları verme” aksi takdirde sana bu vatanı bırakmış olan atalarını geçmişini incilirsin. Birçok fedakârlıkla ölüm pahasına vatanı bırakan atalarına layık evlat olamazsın. Akif’in bu dörtlükte belirtiğini kısaca özetlersek “ Üzerinde yaşadığın, dolaştığın, toprakları alelade bir toprak diyerek dolaşma, alelade bir toprak diyerek geçip gitme, tanı. Altında kefensiz olarak yatmakta olan binlerce şehidi düşün. Sen de dini, vatanı, namusu için ölenlerin oğlusun, yazıktır. Atalarını incitme; onlara layık ol.
Karşılığında sana dünyaları verseler de bu cennet vatanı başkalarına verme sahip çık dediğini söyleyebiliriz. Kurtuluş Savaşı’nı Ulusal Marşla dile getiren Akif bu dörtlüğüyle, Kurtuluş savaşını yaratan ulu önder Mustafa Kemal ”Gençliğe aynı şeyi söylemekte dile getirmektedirler.
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda.
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda.
Canı cananı bütün varımı alsa da hüda.
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Akif bu dörtlükte şehitler ve şehitlik ile vatan arasında bağ kurmakta ve vatan sevgisinin temelini izaha çalışmaktadır. Akif bu dörtlükte Türk’ün vatan sevgisini izah etmekte. Türk vatanın ulviliğini vurgulamaktadır. Herkes bilir ki Türkler tarih boyunca vatanları uğruna ölmüşlerdir. Vatan müdafaası yolunda ölmüşler ve şehit olmuşlardır. Tarih boyunca vatan müdafaası, vatan eldesi uğruna yapılan mücadeleler devam etmiştir. Çok uzun süren bu mücadeleler sırasında çok can kaybedilmiş çok kan dökülmüştür. Türk yurdu adeta her karışı kan ile sulanmış bir toprak durumuna gelmiştir. Nasıl nemli bir şey sıkıldığında nemini dışa kusarsa, kanla. Türk kanıyla yoğrulmuş bu topraklarda sıkıldığında şehitlerin özünü oluşturan kanlarını kusacak adeta şehitleri fışkırtacak durumundadır. Yani normalinde sıkılan topraktan su çıkacakken kutsal vatan toprağımızdan, şehit kanı şehitler fışkıracak durumundadır. Zaten Türk yurdunun bu durumunu Akif, vatana bağlılığını vurgulamaktadır sembolleştirme yoluyla vatandaşlarını vatan sevgisine vatana bağlılığa çağırmaktadır. Akif’e göre insan için en büyük fakirlik en büyük yoksulluk vatan sahibi olamamaktadır. Akif vatansız kalmayı en büyük yoksulluk kabul etmektedir. Akif bunda da haklıdır.
-----------4
Çünkü milleti millet yapan mefhumların başında gelen topraktır, yani vatandır. Vatanı olmayan milletin milletliğinden söz edilemez. Bu nedenle millet olmak için vatan denilen sınırlara belli bir toprak şarttır. Hele Türk milleti gibi ulu bir millet için vatansızlık daha da büyük eziyet hatta şerefsizliktir. Akif, bunun yanında şunu da dile getirmektedir. “İnsan malını, sevdiği şeyleri kaybedebilir. Ama teselli olması için sebep vardır. Vatanı duruyordur. Dolayısıyla “Vatan sağ olsun” der teselli bulur. Bu imkânda elden giderse şahıs daha büyük bir şok yaşar. İnsan ülkesi, vatanı için sevgi duymuyorsa zaten insan bile denemez. Bu nedenle insanı insan yapan vatan sevgisidir. Bir vatana sahip olmasıdır. Nasıl bir yaprak dalıyla gövdesiyle köküyle yapraksa, ağaçtır denebiliyorsa insan da vatan sevgisiyle vatanıyla insandır. Aksi takdirde yaprak kurmaya çürümeye mahkûm olduğu gibi insanda yok olmaya mahkûmdur. Bu nedenle vatana bağlanmalıdır. Vatana candan yani nefisten üstün değer verilmektedir. Bu fikre sahip olan Akif vatandaşlarına da aynı duyguları aşılamak istemektedir. Bu nedenle kendisini vatanından ayrı bırakmaması dileğini niyazını Tanrıya iletmektedir sunmaktadır. Bunu yaparken sembolleştirme yoluyla aynı dileği milleti adına dile getirmektedir.
Dörtlüğün kabaca anlamını şöyle özetlememiz mümkündür. toprağını sıksan şehitler fışkıracak olan bu cennet vatanın uğruna kim kendini feda etmez ki Allah, canımı, sevgilimi bütün varlığımı varımı yoğumu alsın da yeter ki beni bu dünyada vatanımdan ayrı ve uzak bırakmasın. Ruhumun senden ilahi şudur ancak emeli; değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli. Bu ezanlar ki şehatleri dinin temeli. Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli. Akif içinden gelen arzusunu dile getiriyor. Bunu yaparken sembolleştirmeye bu dileğin aslında Türk Milletinin dileği olduğunu da vurgulamış oluyor. Dinen kutsal sayıları yerlerimizin göğsüne, üzerine, aynı dinden olmadığımız kişilerin yabancıların elleri değmelidir. Düşüncesinde olan Akif bu dörtlüğün ilk beytinde ilk mısraların da bunu dile getirmektedir. Akif şehitlerin dilinden Allah’a seslenmekte ve yakarmaktadır. Çünkü bu konuda tanrıya konuşmaya en çok hakkı olan şehitlerdir. Onlar dinin devam etmesi ezanların susmaması için düşmanla savaşmışlar bu uğurda ölmüşler toprak olmuşlardır. Akif’e göre çan sesleri nasıl Hristiyanlığın sembolüyse ezanda İslam’ın sembolü Müslümanlığın timsalidir. Çünkü ezan içinde yer alan “Eşhedü enla ilane illallah Eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resuluhü “ Allahtan başka ilah olmadığına Hazreti Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehadet ederim” tabiri İslamiyet’in esasını özetlemektedir. Yani şehadet kelimesi bu anlamda onaylamak tasdik etmek mahiyet ve manasına gelmektedir. Bu dörtlükte şehadet kelimesi şahit olma anlamında da kullanılmış olabilir. Herkes bilir ki; bir kimse Müslüman olabilmek için “Kelime-i şehadet” denilen yukarda zikrettiğimiz ibareyi tekrarlayıp ona inanması gerekmektedir. Yine herkesçe bilinir ki namazda olsun duada olsun kelime-i şehadet tekrarlanınca şehadet parmağı kaldırılır. Elin başparmağı yanındaki bu parmak İslamlar için bir timsal durumuna gelmiştir. Adeta İslamiyet’i tanıtır simge olmuştur. Minareler günde üzerinde okunan beş vakit ezan nedeniyle göğe uzanmış şehadet parmaklarını andırmaktadır. Akif, bu sembolleştirmeyle telmiye ve tevrih sanatlarını bir arada kullanmaktadır.
Akif’e göre şehadet parmağı durumundaki minarelerden okunan ezan sesleri bu vatanın Müslüman bir ülke olduğunu ispatlayacak bir öğedir. O halde ülkenin bağımsız bir ülke olduğunu ispatlayacak bir öğedir. O halde ülkenin bağımsız bir ülke, bir Müslüman ülke olduğunu ispatlayan bu simgesel durum devam etmeli. Minareler ve üzerlerinden okunan ezanlar bu ülkenin bizim olduğuna şahitlik eder gibi devam etmelidirler.
Mehmet Akif, bu topraklarda ezanın sustuğu dönemlerde yaşamıştır. Bursa’nın işgali gibi bu çaresiz durumlarda görmüştür. Bunun üzerine yazdığı “Bülbül” isimli şiirde bu konuda şu mısralarla seslenmiştir.
Ne zillettir ki, naküsinlesin beyninde Osman’ın Ezan sussun, tezalardan silinsin yadı Mevla’nın
Mehmet Akif ezanın birlik çağrısı olan birliğimizin parolası lan bir ulvi sesleniş olduğu kabnaatındadır.
Türklerde din, vatan, millet, istiklal, birbirleriyle yalandan ilgilenen mefhumlardır. Türk tarihi bunların birlikte yaşanması ile gelişmiştir.
Mesela İslam dini Türk Devletlerinin, Türk Devletinin var olmasında büyük rol oynamıştır.
Onun temelindeki “hak” “ezeliyet” ve “ebediyet” fikirleri, Türklerdeki “Devlet-i ebed-müddet” yani ölmez devlet inancını doğurmuştur.
Akif şehitlerin ağzından işte, bunu, yani Türk vatanında İslam dininin ölmemesini, dinin sembolü olan ezan seslerinin sonsuza kadar vatan semalarında çınlamasını istemektedir.
Bu dörtlükte Akif Allah’a şehitleri şehitlerin ağzından kabaca şunu der:
Ey Allah’ım Ruhumun senden istediği, dinen kutsal olan yerlerimizin üstüne yabancıların ellerinin değmemesidir.
Bunun içinde dinin temeli olan şehadetlerin bulunduğu ezanların sonsuza kadar yurdumuzun üstünde çınlaması devam etmesi şarttır.
“O zaman vecd ile bin secde eder-varsa-taşım,
Her cerihamdan, ilahi boşanıp kanlı yaşım.
Fışkırır, ruh-u mücerred gibi belki başım”
Akif bu dörtlüğü bir önceki dörtlükte bağlantılı olarak kaleme almıştır.
Bu kıtada yine Akif şehitlerin ağzından seslenmekte ve tanrıya niyazının sonuçlandırmaktadır.
Akif bir önceki kıtada şehitlerin ağzından bazı dileklerini sunmuş ve Tanrı’ya niyaz etmiştir. Bu kıtada yine Tanrı’ya hitap etmekte, şehitlerin ağzından bu dileklerimiz (yani) bir önceki dörtlükteki-8 kıtadaki dilekleri) yerine getirilirse, dileklerimiz kabul olursa, şükreder sevinç duyarız.
Yine şehitlerin ağzından tüm maddiyatımızla ve maneviyatımızla sevinir şükrederiz diyen Akif bu sevinmenin ve şükretmenin şeklini şöyle dile getirir.
Konuşan kişiler şehitleridir. Şehidin maddi olarak belirtisi şayet varsa mezar taşıdır. Mezarı içindeki kemiklerinin belirttiği naaştır. Bu nedenle 8 kıtadaki dilekleri kabul olduğunda şehitlerin maddi temsilcisi olan taşları ve naaşları secdeye kapanarak ve toprak üstüne çıkarak şükranlarını minnetlerini ve sevinçlerini belirteceklerdir.
-------6
Bu dileklerinin kabulü onları o kadar sevindirecek ki ruhlarının yükselişi göğün en yüksek katı olan Tanrı katı olan arşa yükselecektir. Yani şehitler bu dilekleri kabul olduğunda maddi benlikten kurtulup manevi benliğe bürünecekleri vazifeleri bittiği için ulaşmaları gereken en üst seviyeye ulaşacaklardır.
Bu arada Akif’in tasavvufi duyguları ifadesinin pekiştirmek için kullandığı kanaatıda hasıl olmaktadır. Çünkü tasavvufi düşünceye göre olgun insan gelişimini tamamlayınca tanrıya ulaşmaktadır. Tasavvuf inancına göre insan ruhları Tanrı ruhundan yaratılmıştır. Dünya üzerinde gerçeğe ulaşıldığında kamil insan olduğunda Tanrıya ulaşır. İnsan nefsiyle tanrıdan ayrılır. Nefir öldürülürse insanlarda Tanrılaşır. Nefsini öldüren kişi Enel-Hak mertebesine ulaşır. Tanrıyla özdeşleşme durumuna gelir.
Akif’in bu düşünceyi kullanarak bir sembolleştirme yaptığı düşünülürse, dilekleri kabul olan şehitlerde de neif kalmadığından Tanrıyla özdeşleştirme durumu hasıl olmuş olacak Tanrıya ulaşmak için onun yanına arşa yükseleceklerdir.
Akif’e göre şehitlik en yüce makam şehitler en yüksek değerli insanlardır.
Bunu Safahat isimli eserinde, şu mısralarla dile getirmektedir:
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazansın?
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın
Hercümerç ettiğin edvara da yetmez o kitap
Seni ancak ebediyetler eder istilab
Bu mısralarda olduğu gibi hiçbir yerler sığmayan şehitler ancak Tanrı yanında yani arşta misafir edilebilirler.
Bu dörtlüğü anlam bakımından toparlayarak kabaca ifade edersek şunu söyleyebiliriz:
O zaman (8 kıtadaki istekler gerçekleşirse) yeryüzünde, eğer mezar taşım hala duruyorsa, imam çoşkunluğu içinde bin kez sana (Tanrıya) secde eder. Senin büyüklüğün karşısında yere kapanır.
“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal!
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal.
Akif bu kıtada da “ben” kelimesi ile Türk Milletini kastetmektedir.
Bu kıtada da Akif bayrağa hitap etmektedir.
Bu kıta İstiklal Marşının tüm fikrini, ana temasını özetleyen bir özelliktedir.
İlkinde şafak akşam kızıllığını temsil ederken bu kıtadaki şafak kelimesi güneş doğmasından önceki kızıllıktır.
Akif buradaki sembolleştirmeyle Türkiye Cumhuriyeti’nin güneş gibi doğmasını dile getirmektedir. Gerçi marş yazıldığında Kurtuluş Harbi bitmemiştir. Devlet kurulmamıştır. Ama Akif bunlardan o kadar emindir ki Kurtuluş Harbinin ilk zaferlerinden hemen sonra Kurtuluş Harbi’nin kazanılacağını söyleyebilmektedir.
Bayrağımızın ebediyen dalgalanacağına kani olmuştur. Bu nedenle bayrak uğruna milletçe dökülen kanların amacına ulaştığını belirtip, bu kanları bayrağımıza millet adını helal etmektedir.
Akif’e göre artık bayrağına da milletine de bir yok olma tehlikesi yoktur. Milleti de bayrağı da İstiklali ve hür olma hakkını kazanmıştır. Bu nedenle bayrak ilk kıtadaki çatık çehresini bırakıp sevinçli bir yüzle dalgalanmaya hak kazanmıştır. Bu kıtayı kabaca izah edersek şunu söyleyebiliriz: Millet adına hitap eden Akif bayrağa sabah güneşinden önceki aydınlanma gibi sende yüksel dalgalan.
Sana dökülen, senin uğruna dökülen kanlar helal olsun.
Bundan sonra sana ve temsil ettiğin milletime ve devletime yok olma tehlikesi ebediyen ortadan kalkmıştır.
Zaten bu zamana kadar hür yaşamış sen bayrağıma ve tanrıya tapan hak ve adaleti seven milletimin hür ve bağımsız yaşamak hakkıdır. İstiklal Marşı’nın söyledikleri böylece dile getirdikten sonra şu bilgileri de eklemeyiz kanaatındayız.
Akif İstiklal Marşımızı, aruz vezni denilen bir vezne uygun yazmıştır.
Ulusal marşımız aruz vezninin şu ölçüsünde yazılmıştır.
“Fa-i-la-tün/ Fe-i-la-tün/ Fe-i-la-tün/ Fa’lün (fe-i-ta-tün) (feilün)
Aruz ölçüsüne uygun yazılan İstiklal Marşımız peş peşe iki defa bestelenmiştir.
İlk bestesi Ali Rıfat Çağatay tarafından gerçekleştirilmiştir.
1924 Yılında Maarif ve kaletinde (Milli Eğitim Bakanlığında) toplanan bir komisyon (kurul) Ali Rıfat Çağatay’ın bestesini kabul ederek okullara bu besteyle marşın söylenip çalınması bildirilmesini kararlaştırmıştır.
Bu karar uygulandı ve İstiklal Marşı 1930 yılına kadar bu besteyle çalınıp söylendi.
1930 tarihinde yeni bir emirle bu uygulamaya son verildi.
İstiklal Marşı, bu tarihten itibaren, Risayeti Cumhur Orkestrası (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) Şefi Zeki Üngör’ün bestesiyle söylenip çalınmaya başlandı.
Her iki besteyle söylenip çalınmada da ilk iki kıta kullanılmaktadır.
Bu bestelerden başka besteciler tarafından da bestelenmiştir.
Fakat resmen şuanda Zeki Üngör bestesiyle uygulanması kabul edildiğinden diğer besteler kullanılmamıştır. Kullanılmaz.
On kıtadan oluşan bir marş olmasına karşılık ilk iki kıtası dışındaki kıtalar pratikte kullanılmamaktadır.
Bizim için önemi büyük olan bu eserin çok iyi olarak güftesinin ezberlenip, bestesine uygun bir icraatle gerçekleştirilmesinin milletimize ve milli tarihimize saygı gereği olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kurtuluş Harbini gerçekleştirip bize Türkiye Cumhuriyeti gibi bağımsız bir ülke ve devlet bırakan, başta Büyük Atatürk ve silah arkadaşlarına, bu savaşta görev almış gazilere ve şehitlere, Kurtuluş Harbini dile getiren bu destanı kalemi alıp ebedileştiren İstiklal Marşının şairi Mehmet Akif Ersoy’a şükranı bor biliriz.
Tüm bu şahsiyetlerin önünde saygıyla eğiliriz.
Cumhuriyetimizin 92. Yılını kutladığımız şu günlerde başta tüm gençliğimize. Tüm milletimize İstiklal Marşımızı gür bir sesle içtenlikle söyleyerek, bayrağımızın altında birlikte yek vücut olmaya mecbur olduğumuzu hatırlatırız.