Hz. Muhammed Mekke’nin fethinden sonra gerçekleştirdiği Huneyn seferi ile göçebe Arap kabilelerini yola getirip islamiyete karşı direnişlerini ortadan kaldırmış daha sonra düzenlediği Tebük seferiyle de Bizans İmparatorluğundan gelebilecek saldırılara karşı gerektiğinde karşı koyabileceğini, İslamların gerektiğinde saldırılar düzenleyerek Bizans için sorunlar, tehlikeler yaratabileceğini göstermiştir. Her ne kadar Tebuk seferi yarım kalmış bir seferse de İslamlara Bizansla boy ölçüşme muhtemel çarpışmaların olma ihtimalini hatırlatarak İslam dünyasının gelecekte gerçekleşecek Bizans saldırılarına karşı uyanık olması gerektiğini göstermiştir. Yine Mekke sonrasındaki dönemde Arabistan’ın Kuzey sahasında yer alan Taif üzerine de bir sefer düzenlendiğini görüyoruz. Düzenlenen bu seferle Taif’in alınıp İslam kitlelerine dahil edilmesi amaçlanmıştır. Ne var ki bu seferde amacına ulaşamamış İslamlar Taif seferinde başarılı olamamışlardır. Hatırlatmak isterim ki Hz. Muhammed İslamiyeti yaymak amaçlı çağrılarına başladığında Taif’e de uğramış, Taifliler tarafından taşlanıp, yaralanmış, şehirlerinden kovulmuştur. Ne tuhaftır ki gerek sözünü ettiğim olayda gerekse Taif seferinde Taif ve Taifliler İslam dini ile müşerref olamamışlarsa da daha sonraki dönemde kendiliklerinden İslam olmuşlar, Taif ve Taifliler de İslam toprakları ve İslam kitleleri arasında yerlerini almışlardır. Hz. Muhammed bu seferler neticesinde Suriye ve Irak sahası dışındaki bütün Arap dünyasını İslamiyete dahil etmiş ve tüm bu sahada bulunan Arap kitlelerini bir nevi şahsında birleşen şahsi birlik şeklinde oluşmuş bir devlet düzenine kavuşturmuştur. Bütün Arap kabileleri, boyları Hz. Muhammed’in şahsına ve getirdiği dini kaidelere bağlanarak onun emrine girmiş, ona itaat etmişlerdir. Bu şekilde tam manasıyla olmasa da en üst makam Hz. Muhammed olmak üzere bir İslam devleti oluşturulmuş, tam manasıyla devlet özelliklerini aksettirmese de belirli sahalarda, belirli kişilerin yönetim sahibi olmaya başladığı bir nevi valiliklerin, eyaletlerin ön çalışmalarının dahi söz konusu olduğu bir devlet teşkilatı ve buna temel olmak üzere Kuran hükümlerinin kanun hükmü durumunu aldığı bir İslam hukuku oluşmaya başlamıştır.
Bütün bunlardan sonra yani gelecekte İslam halifeliği denilecek rejimin temellerini attıktan sonra kendi peygamberlik görevinin, resullük görevinin tamamlanmakta olduğunu hisseden, gören Hz. Muhammed tüm İslam dünyasını topluca konuşmak, İslam dini kaidelerinin kemale erdiğini yani İslamiyetin tam manasıyla oluştuğunu anlatabilmek amacıyla her sene İslam dünyasının toplandığı hac barizesini yerine getirdiği Mekke’yi, Kabe’yi ziyaret edip son görevlerini ifa etmek amacıyla veda haccını gerçekleştirmeye yönelmiştir. Genel kaynaklarda ve internet bilgilerinde veda haccı konusundaki bilgilendirmelere baktığımızda Hz. Muhammed’in veda haccı bizlere şu bilgilerle tanıtılmaktadır:
Veda haccı, Muhammedi tebliğin son safhasında yapılmıştı. O sıralarda bütün arap beldeleri islam davetini tanımıştı. îslamın nuru Şam´a kadar ulaşmıştı. Daha önceleri Bizanslıların hakimiyeti altında yaşayan araplar İslama girmişlerdi. Bu hacca Veda haccı denilmiştir. Zira bundan kısa bir süre sonra Peygamber efendimiz Refık-i alaya intikal etmiştir. Ayrıca Veda haccında Peygamber efendimizin kullandığı ifadeler, onun müteakip senelerde artık ümmetiyle karşılaşmıyacağımı dile getiriyordu. Bu hacca tebliğ haccı da denilmiştir. Zira Peygamber efendimiz veda haccında irad ettiği hutbesinde tebliğ ifadesini kullanmıştır. Biz de onun bu hacca tebliğ haccı adını verdiği görüşündeyiz. Çünkü o hacda arap beldelerine en son tebligatını yapmıştı. Bütün arap beldeleri islam davetini tanıyıp bilmişlerdi, îslama girmişler ve bazılarının kalplerine islam sevgisi yerleşmiş nihayet mümin olmuşlardı. Bazıları da, kalplerine iman nuru girmemiş olsa dahi islam hakimiyetine teslim olup* itaatlerini izhar etmişlerdi.
Peygamber (s.a.v) efendimiz davetin yükünü omuzlamış, insanlara islamiyeti öğretmişti. Onlar da kendisinden gelen bu yüce tebligatı alıp içerdiği bilgileri kavramışlardı, insanların görüp müşahede ettikleri emaneti omuzunda taşımış, insanlar da ondaki vahyin nurundan kıvılcımlar almışlardı. Resulullah (s.a.v) efendimizle birlikte vahiy devri de kapanmıştı. Ama Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ebu Ubeyde ve diğer Rıdvan bey´atine katılmış olan müminler bu daveti ve tebliği devam ettireceklerdi. Bunlar Hz. İsa´nın havarileri gibi Peygamber efendimizin yakın arkadaşları ve davetinin tebliğcileriydiler. Bu temiz insanlar emaneti Peygamber efendimizden devralıp omuzladılar; hakkı yerine getirdiler. Bazı irtidat olaylarında ve bir kısım insanların irtidad etmesinden sonra arap beldelerinin tamamı bu daveti himaye etmeye soyundular. îman sevgisi kalplerine yerleşti. Savaşlarda komutanlık bazen Rıdvan biatine katılmamış olan şahıslara verilmişti. Ancak bu komutanların yanına Rıdvan biatına katılmış olan şahsiyetler refakat ettirilmişti. Örneğin Halid bin Velid komutan olduğu halde yanına Refakatçi olarak Ebu Ubeyde verilmişti. Her ne kadar Halid´in kalbinde iman bulunduğuna inanıyorsak da O Rıdvan biatine katılmış kimseler gibi islamın ahkam ve farizaları hakkında bilgi sahibi değildi.
îran fethinde görüldüğü gibi savaş komutanlığı bazen Rıdvan biatine katılmış olan şahıslara verilmişti. Örneğin bu savaşta ´Aşere-i Mübeşşere´den yani cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Sa´d bin Ebi Vakkas komutan olmuştu.