Yusuf Paşa
Muhtemelen 1730’larda doğmuştur. 1161 (1748) yılında liman reisi Hasan Kaptan tarafından satın alınarak yetiştirilmiş Gürcü asıllı bir köledir. Uzun yıllar hizmet ettikten sonra âzat edilmişse de efendisinin yanından ölümüne kadar ayrılmamıştır. Ardından Kasımpaşa Zincirlikuyu’da bir kahvehane açmış, kışları burada çalışmış, yaz aylarında donanmaya katılarak bu arada edindiği sermayedarların katkılarıyla topladığı parayı ticarette değerlendirmiş, pek çok defa Mısır’a gidip gelmiştir. İleride hâmisi olacak ve Yûsuf’a devlet kapılarını sonuna kadar açacak olan Gürcü asıllı Cezayirli Hasan Bey ile (Paşa) daha riyâleliği esnasında (1764-1765) muhtemelen böyle bir iş münasebetiyle tanışmış, onun verdiği sermayeyi işletmiştir. Cezayirli’nin kaptan-ı deryâ olmasıyla beraber (Ekim/Kasım 1770) Yûsuf Ağa da yükseldi; önce paşanın hazinedarlığını yaptı, ardından kapıcıbaşılık rütbesiyle kapı kethüdâlığına getirildi. Bu münasebetle hazine vekili Osman Ağa’ya intisap etti (Hadîkatü’l-vüzerâ, s. 38). Kaynaklarda yer alan, kendisinin Cezayirli’nin kölesi olduğuna dair kayıtlar muhtemelen liman reisi Hasan ile karıştırılmasından kaynaklanmıştır. Babasının kalyonculuk yaptığı ve yelken levazımatı dükkânı bulunduğu gibi duyumlar daha zamanında merak konusu olmuştu (Lafitte-Clavé, s. 157-158). I. Abdülhamid döneminin en kudretli siması olarak padişahın vefatına kadar (7 Nisan 1789) iktidarı elinde tutan Cezayirli Hasan Paşa, Şehzade Selim’i tahta çıkartmak isteyen Halil Hamîd Paşa’nın idamında (27 Nisan 1785) ve Selim taraftarlarının ortadan kaldırılmasında rol oynayan kişilerin başında yer almıştır. Sadâret makamına bizzat çıkmaktansa “hünkâr babalığı” ve “saltanat atabegliği” rolünü üstlenerek (Sarıcaoğlu, s. 125) adamlarından birini bu mevkiye yükseltip perde arkasından işlere yön vermeyi tercih eden Cezayirli (Uzunçarşılı, TTK Belleten, II/7-8 [1938], s. 373) bu amaçla en iyi yetiştirmelerinden olan Yûsuf Ağa’yı, Halil Hamîd Paşa’nın azlinden sonra sadârete getirilen (31 Mart 1785) Şahin Ali Paşa’nın yerine geçmek üzere hiçbir devlet tecrübesi bulunmadığı halde öne çıkarttı ve hemen sadârete tayin edilmesi için teşebbüste bulundu; bunda başarısız kalmakla beraber vezâretle Mora valiliğine tayinini sağladı (16 Ağustos 1785; Vâsıf, s. 283; Uzunçarşılı, TM, VII-VIII [1942], s. 22). Günün duyumlarını kaydeden ve Tersâne’deki Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun’da hocalık yapan Fransız mühendislerinden Lafitte-Clavé, bu tayinin ardından hemen efendisinin elini öpmeye giden Yûsuf Ağa’yı Cezayirli’nin daha o zamanlar sadârete geçirmek istediğine dair yayılan söylentileri nakletmiştir. Buna göre tayin, Cezayirli ile I. Abdülhamid’in Levent Çiftliği’ndeki görüşmeleri esnasında kesinlik kazanmış, Sadrazam Şahin Ali Paşa’nın bu durumdan rahatsızlık duyduğu belirtilmiştir (Journal, s. 74). Bu bilgi dahilinde Cezayirli ile arası açılan Şahin Ali Paşa’nın rahatsızlığının, vezâretle Mora muhassıllığı verilmesi sebebiyle Yûsuf Paşa’ya ödenecek câize ve taahhütlerin tesbitinden (Uzunçarşılı, TM, VII-VIII [1942], s. 23; Sarıcaoğlu, s. 126) kaynaklanmadığı açıktır; zira bu tayinden sonra da sadrazamın azledileceği ve yerine Yûsuf Paşa’nın getirileceği söylentileri devam etmiştir (Lafitte-Clavé, s. 82). Onun Mora valiliğine tayininin, doğrudan mühre nâil olmasının devlet ricâli ve halk arasında doğuracağı hoşnutsuzlukların önünü almak için, muhtemelen Levent Çiftliği’ndeki görüşmede Cezayirli ile kendisinin her istediğini yerine getiren padişah arasında tasarlanmış bir plan olduğu anlaşılmaktadır. Yûsuf Paşa’nın İstanbul’dan yola çıkarken tertip edilen valilik alayının (12 Eylül 1785) kamuoyunu yakın bir gelecekteki sadâretine hazırlamak amacına hizmet etmek üzere şaşaalı ve emsali görülmemiş garipliklerle dolu bir şekilde cereyan etmesi de bunu göstermektedir. Cezayirli Hasan Paşa’nın Ortaköy’deki yalısından kalabalık bir refakatçi eşliğinde bir karaveleye binen Yûsuf Paşa toplar atılarak, mehter vurularak, tuğ ve sancaklar açılmış olarak, çevresi Sarayburnu’na yaklaştıkça sayıları yüzleri bulan filika ve kayıklarla sarılmış olarak “Donanma-yı Hümâyun çıkar gibi” uğurlanmıştır (Taylesanizâde Hâfız Abdullah Efendi Tarihi, s. 198-199).Nihayet beş ay sonra padişahın tebdîl-i kıyâfetle Cezayirli Hasan Hasan Paşa’nın divanhanesine yaptığı ziyaretin ertesi günü (Sarıcaoğlu, s. 153) 24 Ocak 1786’da Şahin Ali Paşa azledilerek yerine beklendiği gibi Yûsuf Paşa tayin edilmiştir (Vâsıf, s. 315). Böylece sekiz ay öncesine kadar Cezayirli’nin kâhyası olan Yûsuf Paşa (Lafitte-Clavé, s. 152), Kanûnî Sultan Süleyman’ın Makbul İbrâhim Paşa’yı has odabaşılıktan doğrudan sadârete yükseltmesi gibi dışarıdan herhangi bir devlet hizmeti ve tecrübesi bulunmadığı halde sadârete getirilmiş oluyordu. Vâsıf’ın, “kavânîn-i devlete ve kavâid-i saltanata vâkıf olmama” (Târih, s. 314) zafiyetinden ötürü azledildiğini kaydettiği selefi için yaptığı niteleme aslında halefi için de geçerlidir. 24 Şubat 1786’da İstanbul’a gelen Yûsuf Paşa (a.g.e., s. 315; Taylesanizâde Hâfız Abdullah Efendi Tarihi, s. 132-133; Lafitte-Clavé, s. 165) müneccimbaşı tarafından hazırlanan zâyîçede belirlenen perşembe günü mührü aldı (Aydüz, LXX/257 [2006], s. 235). Hekimbaşı Hâfız Hayrullah ile Şeyhülislâm Dürrîzâde Mehmed Ârif efendilerin 10 Rebîülâhir 1200 (10 Şubat 1786) tarihli azilleri, birinin sürgüne gönderilmesi, diğerinin ev hapsinde tutulması (Taylesanizâde Hâfız Abdullah Efendi Tarihi, s. 129, 130, 144) Yûsuf Paşa’nın tayinine karşı olmalarından kaynaklandığına göre yapılan bu tasarrufun sıkıntısız geçmediği açıktır.Yeni sadrazamın ilk işlerinden biri “pederi mesabesinde” gördüğü Cezayirli Hasan Paşa’yı ziyaret etmek oldu (1 Mart 1786, Lafitte-Clavé, s. 165). İstanbul’da sıkça ortaya çıkan kundaklamalar ve asayiş sorunlarıyla uğraşmak önde gelen meselelerdendi. Bu arada yeniçeri ağasını ve sekbanbaşıyı değiştiren Yûsuf Paşa yeni tayinler yaptı. Bununla beraber Cezayirli Hasan Paşa’nın onayı ve iltiması bulunmadan bir şeyler yapması pek mümkün görünmüyordu (Sarıcaoğlu, s. 155). Sadâretini müteakip oğulları Mîr Mahmud ile Mehmed Nazif efendilerden birinin Mehmed Paşa, diğerinin Zeyrek Camii’nde İskender Ağa medreselerinde aynı gün içinde müderrisliğe yükselmeleri (Taylesanizâde Hâfız Abdullah Efendi Tarihi, s. 136) bunların istihkakını sorgulayan bir tasarruf oldu. Kısa bir zaman sonra Mîr Mahmud’un Abdülhamid’in torunu Atıyyetullah Hanım ile evlendirilmesi (Sarıcaoğlu, s. 155) Yûsuf Paşa’nın konumunu daha da yüceltti. Cezayirli Hasan Paşa’yı donanmayla Kölemenler’in isyanlarını bastırmak üzere Mısır’a uğurlayıp sadâret ortaklığından kurtulduktan iki gün sonra (8 Mayıs 1786) Galata’da Arap Camii civarındaki bir yangını teftiş için bulunduğu eski bir evde aşırı kalabalık yüzünden evin çökmesi üzerine önemli bir kaza geçirdi, yıkılan binadan düşmesi sonucu kolu yarıldı ve dişi kırıldı (Taylesanizâde Hâfız Abdullah Efendi Tarihi, s. 28).Ruslar’ın Kırım’ı ilhak edip bunu 8 Ocak 1783’te verilen bir senetle resmen tanıttıktan sonra (Vâsıf, s. 79 vd.) savaş hazırlıklarının hızlandırılması zorunlu hale geldi. Kırım’ın elden çıkması yüzünden müslüman ahali arasında ortaya çıkan hoşnutsuzluk savaş beklentisi baskısına dönüşerek ağırlığını hemen her yerde hissettirmekteydi. Bu arada “devlet sohbeti” yoğunlaşmış, padişah ve sadrazam halkın diline düşmüştür. Bu anlamda şehrin merkezî mekânlarına varakalar bırakılmakta, duvarlarına “müzevvir kâğıtlar” yapıştırılmaktadır (Sarıcaoğlu, s. 248-250). İstekli olmasa da şartların baskısı altında savaşı kaçınılmaz gören Yûsuf Paşa, İngiliz elçisi tarafından desteklenerek Abdülhamid’i kamuoyunun infial ve beklentisi karşısında uyarmakta, savaştan kaçmanın tahtın muhafazasını sıkıntıya sokacağını açıkça dile getirmekteydi (Mustafa Nûri Paşa, IV, 17). Böylece barışın korunmasını isteyen ve çekingen davranan padişahı ürkütmekte ve savaş kararına yaklaştırmaktaydı (Sarıcaoğlu, s. 155).Neticede Kırım’ın iadesine yanaşmadığı için Rus elçisi Bulgakof Yedikule’ye kaldırıldı ve ertesi yılın baharında yola çıkmak üzere Rusya’ya savaş açıldı (16 Ağustos 1787). Sefer tuğlarının dikildiği gün (9 Şubat 1788) Avusturya elçisi Rusya’nın yanında savaşa katılacaklarını resmen bildirdi, bu durumda savaşın iki cepheli geçeceği ortaya çıktı. Altı ay öncesinden savaş ilânı ve bütün emarelere rağmen Avusturya’nın savaşta Rusya’nın yanında yer alacağının hesaba katılmaması Yûsuf Paşa’nın daha işin başında yanlış bir adım attığının işaretiydi. Nitekim Mısır’dan galibiyetle dönen Cezayirli Hasan Paşa (Taylesanizâde Hâfız Abdullah Efendi Tarihi, s. 241) bu icraatını ağır bir şekilde tenkit etmiştir. Hazinenin nakit sıkıntısının giderilmesi için, eski efendisinin bildiği zenginliğini dile getirdiği padişahın Hasan Paşa’dan istediği 12.000 keseyi onun bir gecede altın olarak ödemesi muhtemelen Yûsuf Paşa’nın uğradığı bu ağır tenkide verdiği bir cevaptı.