Dün benim için çok zor bir gündü. Annemle babamı kaybetmemin üzerinden yaklaşık bir buçuk sene geçti ve biz ancak evi boşaltma kararı aldık. Gerçi eşyalı olarak kiraya veriyoruz yine de almamız ve dağıtmamız gereken eşyalar var.
Gittik kardeşimle anılarımızı topladık. Çocukluğumuzdan kalma kırlentler, çocukluğumuza götüren objeler… Film şeridi gibi aktı geçti gözlerimin önünden.
Hepimiz bir anı koleksiyoncusuyuz. Anılar da fotoğraflanmışsa hatırlatması sadece bir an sürüyor. Zaten ya bir görsel ya bir melodi sizi alır götürür o özlemle andığınız günlere...
Bazen sıcak ekmek ya da kek kokusu bazen biçilmiş çim kokusu veya yağmurdan sonra duyduğumuz toprak kokusudur uyaran. Bir anda başka bir boyuttasınızdır. İşte benim için o fotoğraflar tam da böyleydi. Topladım, albüme yerleştirdim. Düzenlemelerim günlerce sürdü. Düzenlerken gözyaşlarım karıştı albümlerin arasına. Kâh ağladım kâh güldüm. Özellikle annemin gülen fotoğraflarını bulduğumda inanılmaz mutlu oldum. Paylaştığımda kuzenlerim ah teyzem, ah halam diye inlerken, ben çok mutluydum. ANNEM GÜLÜYORDU. Daha güzel ne olabilirdi ki bir evlat için... Çünkü çok gülmezdi annem, şikâyet edecek bir şeyler bulurdu hep hayatta.
Gençlik fotoğraflarını buldum mesela, daha önce hiç görmediğim, sanırım babaannemlerden gelen… Nasıl güzeller, nasıl gençler…
Sonra kasetleri (Beta-VHS) topladım, Onları mp4’e çevirdim.
….
“Yitik Bavul’a” yakışacak bir Yitik Bavul hikayesi bu. Başladım ancak gerisini getiremedim. Duygularımı yazamadım, içime attım.
Freud der ki “Dışarıya çıkartılmamış bir duygu evcilleştirilemez.” Ben de fotoğraflarla döktüm duygularımı ortaya, kabulleniş sürecim hızlandı böylece…
İşte o gün elimde anne-babama ait bir bavulla çıktım evimizden. İçine ne çok şey sığmıştı. Çocukluğum, annem, babam….
Hele bir kırlent var. Eskiden, eskiden dediysem Milattan Önce falan değil, 40-50 yıl önce koltuk yokken evimizde divanlar vardı. Yaylı… Gündüz koltuk, gece yatak diye düşünebilirsiniz. Divan örtüleri vardı bir de… İşte o divan örtülerinden biri vardı ki çok severdim. Bembeyaz, şimdilerde punch işi denilen bir nakış ile annemin muhtemelen genç kızlığında işlediği pembe/ebruli kirazlar olan bir divan örtüsü ve kırlentleri vardı. Eşyaların arasında o kırlentlerden birini buldum.
O an, ben küçücük bir kız çocuğuna döndüm. Şımardığı zaman o divanın üstünde zıp zıp zıplayan… Üzüldüğünde yüzünü o kırlentlere gömüp ağlayan… Şu an salonumda her gün benimle, annemler de çocukluğum da… Ve şimdi kızım ile kedim de şahidi o günlerimin.
Ah yalan dünya, 50-60 yıl önceki kırlent var. Annem-babam yok… Üç günlük dünya gerçekten de... Şairin dediği gibi Dün bitti. Yarın meçhul, bugün kalıyor elimizde.
Yunus der ya hani,
“Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan.”
İşte biz de oyalanıp duruyoruz, HAYAT Sahnesinde. Rolümüz bitene kadar sahne bizim.
Unutmayalım ki, öleceğini bilerek yaşayan tek canlı insandır.
O halde latince bir deyişle koyayım noktayı sözlerime…
Memento Mori