güvenilir kaynak casibom giriş maritbet
SON DAKİKA
Hava Durumu

OSMAN GAZİ’DEN MEHMET VAHDETTİN’E KADAR GEÇEN DÖNEME AİT OSMANLI BAŞBAKANLARI, OSMANLI SADRAZAMLARI VE ÖZ GEÇMİŞLERİ -3

Yazının Giriş Tarihi: 18.12.2020 21:48
Yazının Güncellenme Tarihi: 18.12.2020 21:48

 

Yusuf Paşa

I. Abdülhamid 22 Şubat 1788’de yola çıkan Yûsuf Paşa’ya, sınırları çok geniş ve benzeri ancak Köprülüler için söz konusu edilebilecek derecelerde “istiklâl” ve mutlak yetki vermiştir (Sarıcaoğlu, s. 75, 118, 155, 264). Yûsuf Paşa beklentilere, savaşın zayıf cephesi olan Avusturya tarafına yüklenmekle ve ileride yerine geçecek serasker Kethüdâ Hasan Paşa’nın gayretleriyle başarılı geçen Mehâdiye ve Şebeş muharebeleriyle (Ağustos-Eylül 1788) cevap verir gibi olduysa da bu fazla uzun sürmedi. Orduyu sevk ve idarede hesapsız ve plansız hareket ettiği kısa zamanda gözler önüne serildi. Rus ileri harekâtını durdurmak üzere o tarafa yöneldiğinde gerçekler tamamen ortaya çıkmaya başladı. 10 Mayıs 1788’de Karadeniz’e açılan Cezayirli Hasan Paşa da (Cevdet, IV, 48-49) kendisinden bekleneni yerine getirememekte, bilhassa Özü Kalesi’nin kurtarılması için gönderilmesi gereken yardımları kale sahillerinin sığ olması yüzünden ulaştıramamakta, bu iş için sevkettiği ince donanma da yenilgiye uğramış bulunmaktaydı (Taylesanizâde Hâfız Abdullah Efendi Tarihi, s. 240). Neticede Özü Kalesi’nin Ruslar’ın eline geçmesi ve ahalisinin katledilmesi önlenememiştir. Yûsuf Paşa, Cezayirli Hasan Paşa’yı bu gelişmede birinci derecede sorumlu tutmaktaydı. Nitekim yazdığı bir mektupta hem onu hem de kendisini siyasetin tehlikelerinden korumak istediğini dile getirmekte ve hatasını yüzüne vurmaktaydı (Uzunçarşılı, TM, VII-VIII [1942], s. 24 vd.; TTK Belleten, II/7-8 [1938], s. 374-378). Gerçekten 17 Aralık 1788’de Özü Kalesi’nin kaybı ve ahaliden 10.000’den fazla insanın öldürülmesi (Zinkeisen, VI, 658) her ikisinin de gözden düşmesine yol açtı. I. Abdülhamid’in vefatı ve III. Selim’in tahta çıkmasıyla (7 Nisan 1789) Rusçuk’ta bulunan Yûsuf Paşa vazifesinde ibka edildiyse de mevkiini daha fazla koruyamadı. III. Selim, şehzadeliğinden kalma eski defterlerden ötürü Cezayirli Hasan Paşa’yı azledip kara seraskerliğiyle İsmâil cephesine yolladı. Yûsuf Paşa ise Yaş ve Hotin’in düşmesiyle (Eylül 1788) işgale uğrayan Boğdan’ı tahliye etmek üzere Yergöğü’de toplanan kuvvetlerin tanzimiyle meşgul olmaktaydı. Kalas’ta uğranılan yenilgi (1 Mayıs 1789) nihayet sonunu getirdi. III. Selim, Cezayirli’nin adamı olması sebebiyle kendisine zaten güven duymamaktaydı, neticede bu başarısızlığı sadâretten uzaklaştırılmasının görünür sebebini teşkil etti (7 Haziran 1789). Yerine bu savaşta Avusturya’ya karşı zaferler kazanan Kethüdâ Hasan Paşa tayin edildi. Yûsuf Paşa, Vidin seraskerliğine kaydırıldı. Ardından buradaki gevşekliği yüzünden III. Selim’in bir nâmesiyle ağır bir tehdide uğrayınca vazifesini beklenildiği gibi icra etmeye yöneldi (Uzunçarşılı, TTK Belleten, XXXIX/154 [1975], s. 238-239).

1 Ağustos 1789’da Fokşan’da, 22 Eylül’de Remnik nehrini geçerken ve ardından Boza suyu kıyısında uğranılan ağır bozgun, 11 Ekim’de İsmâil ve 14 Kasım’da Bender Kalesi’nin teslimi, durumun sadrazam değişiklikleriyle düzeltilemeyecek derecelere ulaşan vehametini gözler önüne sermekteydi. Sadâret bu şartlar dahilinde Cezayirli Hasan Paşa’ya tevcih edildiğinde (3 Aralık 1789) başta Cezayirli olmak üzere ordu erkânı bir an önce barış yapılmasını beklemekteydi. Halbuki 31 Ocak 1790’da akdedilen Osmanlı-Prusya ittifakından da ümide kapılan III. Selim, Rus cephesinde başarılar gözlemekteydi. Cezayirli Hasan Paşa’nın vefatını (30 Mart 1790), hiç beklenmeyen yeni sadrazam Şerif Hasan Paşa’nın idamla sonuçlanacak (Şubat 1791) kısa sadâreti takip etti ve sadâret açtığı seferi nihayete erdirmek üzere tekrar Yûsuf Paşa’ya verildi (Zinkeisen, VI, 814). Cezayirli sadrazamlığa geldiğinde Yûsuf Paşa’yı kaptan-ı deryâ olarak tayin etmek istemiş, ancak şeyhülislâm Hamîdîzâde Mustafa Efendi bu tasarrufu, onun ayrılmasıyla Vidin seraskerliğinden boşalacak yerin doldurulamayacağı gerekçesiyle uygun görmemişti. Şerif Hasan Paşa zamanında da yeri Bosna valiliğine kaydırılmıştır (Uzunçarşılı, TTK Belleten, XXXIX/154 [1975], s. 239-240, 244).Yûsuf Paşa’nın bu defaki sadârete gelişinin silâh zoruyla Avusturya’yı barışa sevkeden (27 Temmuz 1790, Reichenbach Mutabakatı) müttefik Prusya tarafından da arzulandığı, kralın nisan başında gelen bir mektubunda bunu açıkça dile getirdiği (Beydilli, 1790 Osmanlı-Prusya İttifâkı, s. 111-112) ve III. Friedrich Wilhelm’in bu tayinden fevkalâde memnun kaldığı (Zinkeisen, VI, 814) bilinmektedir. Ziştovi’deki barış görüşmeleri esnasında Prusya delegesi Lucchesini’nin Yûsuf Paşa’nın sadârete getirilmesinin kralı memnun edeceğini belirtmesinin (Cevdet, V, 194) bu tayinde etken olduğunu söylemek (Uzunçarşılı, TTK Belleten, XXXIX/154 [1975], s. 243, 244) mümkün değildir. Zira Şerif Hasan Paşa’nın idamıyla birlikte sadârete Yûsuf Paşa’nın getirileceği bu idam kararından önce kesinleşmiş bulunuyordu (Keith, II, 374; Beydilli, 1790 Osmanlı-Prusya İttifâkı, s. 114). Kaymakam Sâlih Paşa’nın 7 Nisan 1791 tarihli takririnde de iki hükümdarın birbirinden habersizce aynı kişi üzerinde karar kılmasını “iki müttefik devletin muvaffak olacağına delil” olarak yorumlanmıştır (a.g.e., a.y.). Yûsuf Paşa mührü alarak 27 Şubat 1791’de Şumnu’daki ordugâha gidip vazifesine başladı (Cevdet, V, 103; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, IV/1, s. 578).Ordunun içinde bulunduğu durum yeni sadrazama, III. Selim’in şiddetle arzuladığı gibi Kırım’ın geri alınması bir yana hiç olmazsa son bir muharebe kazanarak galibâne bir barış yapma imkânı dahi vermemekte, aradaki ittifakın açık hükümlerine rağmen Prusya’nın Rusya üzerine yürümeyeceğinin anlaşılması da barışa yanaşmaktan başka bir çare bırakmamaktaydı. Maçin’de Ruslar karşısında yaşanan son bozgun üzerine (6 Ağustos 1791) 8 Ağustos’ta Kalas’ta Vâsıf Efendi ve Prens Repnin arasında mütareke akdiyle ilgili bir mutabakata varıldı (Cevdet, V, 161). Bunu müteakip bütün ordu ricâlinin iştirakiyle önce sadâret kethüdâsı Mustafa Reşid Efendi’nin, daha sonra da bizzat sadrazamın çadırında devam eden toplantıda ordunun içinde bulunduğu durum sebebiyle galip gelmenin “kıyamete kadar” mümkün olamayacağı tesbit edildi ve bir an önce barış yapmanın zaruretine ittifakla karar verildi. Osmanlı tarihinde emsali görülmemiş bu boykot kararının padişaha arzedilmesi işini Yûsuf Paşa kabul etmedi ve kararın herkesin imzalayacağı bir mahzar şeklinde tanzim edilip İstanbul’a yollanmasını teklif etti. Bu hadiseye şahit olan vak‘anüvis Vâsıf Ahmed Efendi tarafından bizzat kaleme alınan mahzar bu şekilde hazırlanıp gönderildi (Beydilli, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, sy. 12 [2005], s. 221-224) ve İstanbul’da barış kararının alınmasında etkili oldu (Mehmed Emin Edîb Efendinin Hayatı ve Târîhi, s. 242-247).Böylece Yûsuf Paşa açtığı savaşı neticede büyük kayıplarla kapatmış olarak İstanbul’a dönmek zorunda kalıyordu. Azli daha yolda iken düşünülmüştü. İstanbul’a döndükten sonra boykot hadisesine karışan bütün ordu ricâlini azleden, yerlerine silsileye uymayıp dışarıdan tayinler yapan III. Selim 3 Mayıs 1792 tarihinde Yûsuf Paşa’yı da azletti. Bostancıbaşı hapsinde geçirdiği korkulu anlar uzun sürmedi, aynı gün müsadereye uğramadan Trabzon valiliği ve Anapa muhafızlığına tayin edildi. Hocapaşa semtinde kendisinin sadârete getirilmesini talep eden, aksi takdirde şehrin kundaklanacağını bildiren “müzevvir kâğıtlar” bırakılması üzerine birkaç gün içinde yola çıkması istendi ve 21 Mayıs 1792’de İstanbul’dan ayrıldı (Uzunçarşılı, TTK Belleten, XXXIX/154 [1975], s. 249-251). Yûsuf Paşa gönderildiği bu karışık ve problemli bölgede kısa zamanda bunaldı, bir müddet sonra halefi Melek Mehmed Paşa’nın himmetiyle tâlip olduğu Cidde (Mekke) valiliğine gönderildi (3 Ocak 1793). Ancak orada da umduğu rahatı bulamadı. Vehhâbîler’in çevreyi tehdit eden faaliyetlerinin önlenmesi kendisini aşmaktaydı. Bu sebeple başka yere naklini istemekte, hatta mecbur kalırsa bırakıp kaçacağını söylemekteydi. Âni ölümü kendisini bu sıkıntılardan kurtardı (Muharrem 1215 / Haziran 1800).Koca Yûsuf Paşa, III. Selim’in ordu daha dönüş yolunda iken kendilerinden nizâm-ı devlete dair lâyihalar istediği grup içinde yer almıştır. Hazırladığı lâyihada ordunun tanzimi konusu ağırlıklı olup (Cevdet, V, 10-11) Avrupa’daki askerî gelişmelerden habersiz, kendi halinde kalmış bilgi dağarcığındaki zafiyeti bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Dönüşünde savaş esiri olarak yanında getirdiği birtakım kişilerle eğitimli asker talimlerine girişmesi (Eton, s. 59-60) bu durumunun acıklı göstergesidir. Kısa zaman içinde azledilen iki sadâretindeki seleflerinden ilkinin okur yazar olmaması, diğerinin de hiç beklenmeyen biri çıkması, ilk sadâretinden halefi Kethüdâ Hasan Paşa’nın hastalığından ötürü “cenaze” lakabıyla anılması, ikinci sadâretinden halefi Melek Mehmed Paşa’nın ise yetmiş beş yaşlarında bulunması, dönemine hâkim iş görecek adam yokluğuna (kaht-ı ricâl) işaret eder. Bu durumda ileri yaşından dolayı “koca” sıfatıyla anılan Yûsuf Paşa kötülerin en iyisi (ehven-i mevcûd) diye tanımlanabilir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

    En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.